burcu ışık
bir mahallenin keşfi
Kale Mahallesi’ndeki yürüyüşüme Akasya Park’ın önünden başlıyorum. İçimde ‘ya kaybolamazsam?’ diye bir endişe var. Mahalleye ilk gelişim olmadığı için ayaklarım beni bildiğim yerlere götürüyor. Bunu istemiyorum. Bilmediğim sokaklara sapmak ve bu yürüyüşümde gerçekten kaybolmak istiyorum. Yukarı doğru tırmanıyorum, hava çok sıcak. Buraya gelmeden önce yağmur yağıyordu ama şimdi gökyüzünde bir tane bile bulut kalmadı. Bir inat, yokuşta yer alan sokağa giriyorum. Ağustos ayında olmanın güzelliği galiba; her yer yemyeşil. Her kapıdan her pencereden taşan bir yeşillik var sokakta. En çok hangi çiçeği sevdiğime karar vermek zor. Hepsini seviyorum; gülleri, leylakları, bu mahallenin süsü olan akşamsefalarını. Karşıma çıktıkça kokluyorum onları. Hepsi annem kokuyorlar.
Yürümeye devam ediyorum ve bir yokuştan daha çıkıyorum. Kendimi büyük bir bahçenin içinde üç büyük ördekle karşı karşıya buluyorum. Çocukken bir tavuk tarafından fena halde kovalandığım için biraz tedirgin oluyor, hemen uzaklaşıyorum. Sokağın yukarısında Pergamon Akropol’ünün kalıntıları var. Pergamon antik kentinin kurulduğu yer burası. Burada yüzyıllar boyunca insanlar yaşamış. Pazarı, tiyatrosu, evleri, tapınakları varmış. Geriye kalıntıları kalmış. Hemen altında da Kale Mahallesi kurulmuş. Pergamon’un adı Kale anlamında gelen “Perg” veya “Berg”den geliyor. Bu mahalle de ismini burdan almış ve mahalledeki bazı evler Pergamon antik kentinin kalıntılarındaki taşlardan yapılmış. Evlerin duvarlarında bu farklı taşları hemen fark edebiliyorsunuz. Kalıntıları, taşları düşünürken karşıma bir kapı, bir pencere çıkıyor; içi taş dolu. Bazen biz de böyle olmuyor muyuz? Kapılarımızın arkasına taş yığıyoruz. Kimse açamasın, kimse göremesin içimizi diye. Bazılarımız içinin kötülüğünü saklıyor, bazılarımız kırgınlıklarını. Kendi kapımı yokluyorum. Belki ardına kadar açık değil ama taş yığılı hiç değil benim içim.
Bir evin avlusu “Ahlat Ağacı” filmini hatırlatıyor nedense. Koltuklar var, boş bir bira şişesi... Başka bir evin içinden asmalar fışkırıyor. Üzümler olmamış daha, koruk. Yine de koparıp yemek istiyorum. O sırada evden biri çıkıyor, utanıyorum. Hiç konuşmadan uzaklaşıyorum oradan. Neden bilmiyorum ama kimseyle konuşmak istemiyorum. Sanki birileriyle iletişime geçersem mahallede kaybolamazmışım gibi hissediyorum. Bu yürüyüşte sadece kendimle olmak istiyorum. Bir merdivenden iniyorum; bir yıkık kapı yatay olarak karanlık bir odayı kapatıyor. İçerisi karanlık ama bir koltuk olduğunu görüyorum. Birilerinin yalnız kalma odası belli ki, belki de bir kaybolma odası...
Kale Mahallesi geçmişini içine hapsetmiş evlerle dolu. Sokaklarda yürürken karşılaştığım kapılarına kilit vurulmuş artık içinde yaşam olmayan evler, zihnimdeki kapıları açıyor. Gördüğüm her kilit bana kapatmaktan çok açmayı anımsatıyor. Kilitleri açan, engelleri kaldıran anahtarları düşünüyorum. Bize güven duygusunu hissettiren bu anahtarlar belki de bu mahallede anıları koruyorlar.
Birçok evin önünde motor var. Bu dar sokakların en güzide aracı onlar. Buralara araba sokmak da, park etmek de büyük problem. Oysa motorsikletler tam bu dar sokaklar için. Bir pencerenin önünde toprak testi ve güveç görüyorum. Sonra da kendi yansımamı. Yabancı hissediyorum kendimi. Öyleyim zaten, yabancıyım. Bu düşünceden kurtulmak için hemen bir başka sokağa giriyorum. Bu sokakta böğürtlenler karşılıyor beni. Bu sefer kendimi tutacak değilim. Hemen bir tane atıyorum ağzıma. Çok lezzetli. Küçükken arkadaşlarımla toplaşıp kuruttuğumuz böğürtlenler geliyor aklıma. Elimin ağzımın mosmor oluşu. Gülümsüyorum, keyfim yerine geliyor. Sokağın sonundaki duvarda bir yazı var: “Ben sana kalbim geçti.” Bozuk dilbilgisi beni fena halde rahatsız ediyor. Meslek hastalığı! Bir boya bulsam hemen düzelteceğim. Sonra diyorum belki “Ben” yazan benim manasında yazmıştır. Hani “Kim o?” dendiğinde de “Ben” diye sesleniriz ya onun gibi.
Bu düşüncelerle yürürken Domuz Alanı’nda buluyorum kendimi. Bilmediğim sokaklar buraya kadarmış. Yine bildiğim bir yere çıkıyorum. Yemyeşil, koskoca ağaçlar karşılıyor beni. Yorgunum, bir ağacın gölgesine sığınıyorum dinlenmek için. Tatlı tatlı rüzgar esiyor. Ağacın üstündeki karıncaları seyrediyorum. Pek telaşlılar, bir an önce yemek bulma derdindeler. Benim burnuma da yemek kokuları geliyor. Hemen ileride lokma dağıtıyorlar. İzmir’in her ilçesinde her sokakta karşınıza çıkabilir bu lokmacılar. Hayır için, ölmüş yakınları için insanlar hep lokma dağıtırlar. Ben de alıyorum bir paket.
Yine bilmediğim bir sokağa dalıyorum ama çıkmaz bir sokak olduğunu anlayınca geri dönüyorum ve diğer sokağa giriyorum. Bu sefer de ana caddeye çıkıyor sokak. Yine geri dönüyorum. Başka bir sokakta nar ağacı karşılıyor beni. Bir ağaç dikmeliyim evimin bahçesine, diyorum. Hatta buna kesinlikle karar veriyorum. Birden çok dikeceğim. Kale Mahallesi’nin bu yeşil hali insana çok iyi geliyor.
Kale Mahallesi’ndeki yürüyüşümü tamamlayarak tekrar başladığım yere Akasya Park’ın önüne geliyorum. Önümde yıkık Roma hamamımın kalıntıları...
Ağustos 2020, Bergama